Kadîm zamanlardan geçen asra kadar çocuklar erken yaşta medreseye kaydolur, İslâm harflerini öğrenir, her fenden kitaplar okur, metinler ezberlerdi. Ezberlenen metinler, hoca huzurunda takrir edilir, unutmamak için belli aralıklarla tekrar edilirdi. Bunları ezberleyerek yetişenler icazet alır, icazet verir, zamanla halk nazarında ayaklı kütüphane olarak kabul görürdü. Her soruya, bizzat ezberledikleri ibareyi okuyarak cevap vermeleri, soranlar nezdinde güvenilirliklerini artırırdı. Çok okur, çok düşünür, az yazarlardı. Yazdıklarından çok daha fazlasını bilirlerdi. Bu durum kendilerine soru sorulduğunda daha da zahir olurdu. Talebenin kaynağa ulaşmasını kolaylaştırmak için, cevap verirken kitapların bâblarını, fasıllarını hatta sayfalarını da zikreden âlimler vardı. Eğitimde kitabî kültür yanında şifahî mirasın da önemli bir yeri vardı. Medreseler kapatılıp, âlimlere okutma! yasağı getirilince ilimdeki tevarüs durdu. İlim, sonraki kuşaklara; taşınamadı. Tedrisattan uzaklaştırılan âlimler evlerine çekildi; çocukları, sıra kitaplarını okumadığından babalarının dünyalarına giremedi, onları anlayamadı. Bu yüzden sadece onların zühd ve takvalarından bahsettiler, babalarını farklı kılan ilimlerini sonraki nesillere aktaramadılar. Medresenin ilgası bizi İslâm dünyasından kopardığı gibi medeni birikimimizden de uzaklaştırdı. Birkaç ferdî zuhur dışında ilimde tevarüs tarih oldu. Büyük inkişaf için, Kudemâ Meclisinden modern zamanın ders halkalarına diriltici soluklar taşımaya mecburuz.